10 Ekim 2021 Pazar

En Büyük Kalemiz Eğitim

 

Sistematik olarak toplumumuzu cahil, geri, üretmeyen, fakir bırakmaya çalışanlar olabilir. İçimizde ve dışımızda var bu düşmanlar. Bunu bizleri sömürmek için, ceplerini daha çok doldurmak için, şeytani hayat görüşlerini hakim kılmak için yapabiliyorlar. Şeytani haz, şeytani hırs; kısaca şeytanlıktan yapıyorlar bunu.

İç ve dış düşmanlarımıza karşı en başta mücadele etmemiz gereken kalemiz, eğitim. Vatanımızı sevmek, örnek ahlakta olmak, örnek vatandaş olmak, çalışmak, eğitimli olmak bizi birleştirmelidir.

Fetö denen aşağılık terör örgütünün, toplumumuza istedikleri gibi yön vermek için bir sürü okullar ve dershaneler açarak, içimize sızdıklarını unutmayalım. Bildiğimiz kadarıyla 40 senedir çalıştı bu alçaklar. Eğitim dünyamıza sızdıkları okullarda, Atatürk düşmanı öğrenciler yetiştirmeye çalıştılar gizli gizli. Oysa bizim eğitimimiz Atatürkçü, aydın öğrenciler yetiştirmeyi hedefler. Yasamızda da bu böyledir. Atatürkçülüğün gerçekte ne olduğunu bilen, aklı ve vicdanı hür nesiller yetiştirmektir bizim hedefimiz. Dindar olmak, Müslümanca yaşamak bu hedefe aykırı değildir. Fakat Fetö denen hain yapılanma, Atatürk'ü seven bir Müslüman olamayacağını gizli gizli genç akıllara işlemeye çalışmıştır. Bu yönde olmayan yalan tarihi bilgiler anlatmaktan, gerçek dışı uydurmalar kullanmaktan geri durmadılar.

Sadece matematik işlemi öğretmekten bahsetmiyorum. Geleceğin ahlaklı, vicdanlı, hür ve uyanık zihinlerini yetiştirmekten bahsediyorum. Kaliteli eğitim, bireyi uyuyan değil, farkında birey yapar. Bir toplumun gelişmesi iyi eğitim olmadan, gerçek bilgilerle sunan ve örnek yurttaş yetiştirmeyi hedefleyen bir eğitim olmadan mümkün değil. Bunun için en başta eğitimciye de değer verilmesi gerekiyor.

Kaliteli insanlara eğitimciliğin cazip kılınması, öğretmenliğin kaliteli/başarılı insanlar tarafından yapılmasının sağlanması gerekiyor. Şu an pek çok kaliteli ve başarılı öğretmenlerimiz var tabi. Ben bu hedefin unutulmaması ve daha da kuvvetle sahiplenilmesinden bahsediyorum.

İleri, medeni ülkeler olarak örnek gösterilen ülkelerin eğitimde de başarılı olmaları tesadüf değil. Eğitimde başarılı ve gelişmiş bazı toplumlarda öyle önemli konularda eğitim veriliyor ki… Fizik bilmek, matematik işlemlerini yapabilmek değil mesele. Mesele analitik, sorgulayıcı düşünmeyi öğretmek. Vicdani eğitim, hayvan haklarına saygı, kadının ''erkek işi'' denilen her mesleği yapabileceği ve o mesleklerde gayet başarılı olabileceği, toplumda öncü varlığının olması gerektiği, müşterek aile hayatı, sürdürülebilirlik gibi iyice öğretilmesi gereken bir sürü konu var. Müşterek aile hayatı demişken, Cumhuriyetimizin ilk yıllarında Vatandaşlık Dersi kitaplarımızda bu konu harika anlatılıyordu.

Peki bizler birey olarak ne yapacağız? Kötülükle son sürat mücadele edip iyilik için sürekli çalışacağız. Öğretmen olmayan bazı kişiler, öğretmenliği yan gelip yatma işi sanıyor. Bu koca bir yalan.

Abartıyla söylersek 1 milyon eğitim kuramı, yöntem ve tekniği var. Bilinen ve uygulanabilir pek çok kuramı uygulayabilecek materyallere, ekonomik imkanlara, okul koşullarına sahip olmayan okullarımız var. Sınıfların kalabalık olması bile bir meseledir. Tabi ki bu eksikleri gidermeye çalışan yöneticilerimiz, eğitimcilerimiz var, bu ayrı bir konu. Amaçlarımızı ve ilerleme arzumuzu unutmayalım.

Bağlam temelli kurama dayalı ders anlatmaya çalıştığında materyal imkanı bulamayan öğretmenlerimiz olabilir. Maddi imkanlar el vermeyebilir. Açık sorgulama uygulamaya çalıştığında ekonomik ve sistem kaynaklı bir sürü engelle karşılaşan öğretmenler olabilir. Açık sorgulama için mesela daha geniş saatler ve daha rahat ortam gerekli. Bunların hepsi birey olarak her birimiz üzerimize düşeni yaptıkça çözülür, Allah'ın izniyle.

Dünya coğrafyasında okul mimarisi bile birbirinden oldukça farklı okullar var. Bazı okullar çiçek gibi iken bazı okullar hapishane mimarisinde. Okullarını güzelleştirmek için çaba gösteren bir sürü öğretmenimiz ve yöneticimiz var çok şükür.

Eğitim o kadar önemlidir ki, masaları, giyecek giysileri, doğru düzgün tahtaları bile olmayan bazı Afrika köylerinde; yine de o yoklukta eğitim vermeye çalışan öğretmenlerin, o yoklukta eğitim almaya çalışan çocukların fotoğraflarını görebilirsiniz. İşte eğitim bu kadar önemli bir meseledir. Eğitim, geleceğin umududur. Atamız eğitime çok önem vermiştir, eğitimci yönü çok kuvvetlidir. Öyle ki cumhurreisi olmayasaydı, milli eğitim bakanı olmayı istediğini söylemiştir. 

Bir sınıf öğretmenimiz, Atatürk'ün eğitime verdiği önemi çok güzel anlatmış: https://www.youtube.com/watch?v=QLktoBwoCH8


Maddi kaynaklar da çok önemli tabi ki. Mesela Finlandiya'nın yaptıkları için daha fazla para lazım. Onların nüfusu bizim nüfusumuzun yanında 1 hane sayısı kadar kalıyor. Bu da başka bir konu. Para için üretim, üretim için eğitimli birey gerekli. Eğitim her alanı etkiler. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında yoklukta bile eğitim için neler neler yapıldı, eğitim geliştirilmesi gereken alanlar içinde hep ilk sıradaydı desek yeridir. İstemeyi ve azmi bırakmazsak, ülkemizi çok daha ileriye taşıyabiliriz.

13 Şubat 2021 Cumartesi

İbrahim Nebinin Putları Kırması (Müşrik İnançlara Tepkimiz)

Kur'an'ı-Kerim'de İbrahim Peygamber hakkında Enbiya Suresi 51-70.ayetler arasında anlatılan bir kıssa var. Kıssada İbrahim Peygamber, toplumunu düşündürmek için tapınaklarına giriyor ve putlarını kırıyor. Putların içinden toplumun en büyük tanrı(!) olarak gördüğü putu ise kırmıyor. Kıssada İbrahim Nebi ve bu müşrik toplum arasında geçen diyaloglar ayetlerde verilmiş. En büyük putu kırmama sebebi, toplumunu düşündürmek için… Şöyle ki toplumuna ''En büyükleri yapmıştır onu. Hadi sorun ona eğer konuşabiliyorsa'' diyerek onları putların duymadığı, konuşmadığı, bir şey yapma (kırma) gücü olmadıkları, dolayısıyla tanrı olamayacakları gerçeğine yöneltmeye çalışıyor. Bir sorgulama, düşündürme eylemi olarak böyle bir şey yapıyor.

Bu kıssayı günümüzde yanlış anlayanlar var. Mesela Işid gibi terör örgütleri, heykeller ile sarayını süsleyen Süleyman Nebi gibi bir örneğe rağmen, bu kıssayı eski toplumlardan kalan heykelleri-put olarak diktikleri heykelleri kırmak, parçalamak gerektiği olarak algılarken; bazı inançsız kişiler İbrahim Nebinin bu davranışını diğer inançlara hoşgörüsüzlük, saygısızlık, diğer inanç grupların var olma hakkını tanımama olarak algılıyor. Kur'an cımbızlama bakış açısıyla okunursa, pek çok ayetten bozuk algılar çıkarılabilir. Bu kıssayı İbrahim ve toplumu hakkındaki ayetler ve diğer başka ayetler ile birlikte, bütüncül bakış açısıyla okumazsak, çarpık sonuçlara varmak mümkün.

İbrahim Nebinin putlarını kırdığı toplumun herhalde ''tatlı, yumoş'' olduğunu sanıyorlar ki bu hareketi saygısızlık görüyorlar. İbrahim'in toplumu, sırf o farklı inanıyor diye onu taşlayarak öldürebilecek bir toplum. Buna babasının sözleri örnek. Öz bir baba, oğlunu yani İbrahim Nebiyi sırf kendi inancına inanmıyor diye, sırf sözler ile insanları tevhid dinine davet ediyor diye, toplumun dini inancını -hakaretsiz- fikirler sunarak eleştiriyor diye taşlayarak öldürmek istiyor.

Babası, "İbrahim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun?" dedi. "Eğer vazgeçmezsen andolsun seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!" (Meryem Suresi, 46.ayet)

Ayrıca İbrahim Nebinin toplumu öyle cahil, zalim, zorba bir toplum ki İbrahim Nebiyi sırf kendi elleriyle yapıp tapındıkları heykelleri-putlarını kırdı diye cayır cayır ateşte yakarak öldürmeye kalkıyorlar, böyle bir ölümü ve işkenceyi hak eden bir şey yapmamasına rağmen. İslam'da kısas diye bir kavram vardır, zulme aynı zulüm ölçüsünde karşılık vermektir bu. Hangi günümüz hukukunda ya da dininde böyle bir eylemin cezası bir insanı ateşte cayır cayır yakarak öldürmek olabilir? İbrahim, onlardan bir insanı cayır cayır yakmış mı ki böyle bir ceza vermek istiyorlar? İbrahim onlardan birine fiziki bir işkence mi yapmış? Hayır, hiçbiri değil. Haşa ''O bizim putları kırdı, biz de onun kitabını yakacağız'' gibi bir düşünceye bürünseler belki bu tepki anlaşılabilir. Ki böyle bir durumda bile İbrahim'i suçlamak zulüm olacaktır, çünkü İbrahim'in mücadele ettiği toplumun kendisi birçok zulmü gösteren bir toplum. İbrahim onlarla fikri mücadele ediyor, onların dinini hedef alıyor çünkü o toplumun zulmünü doğuran en büyük etken dinleri, inançları. Bu müşrik toplumun kadınlara ve kız çocuklarına nasıl kötülükler yaptıkları ise ayrı bir konu. Normalde böyle zulmeden, haksız yere kan döken, şiddet yanlısı, azgın kişilere zaten GÜNÜMÜZ HUKUKUNDA DA, KUR'AN'DA DA karşılık/ceza verilir. İbrahim Nebi ise bu azgın toplum içinde tek bir kişi. (Bkz: Nahl Suresi 120.ayet)

Normalde bu zalim toplum, gücünü kesecek eylemleri, modern hukuku savunan vicdanlarımıza göre de hak ediyor. İbrahim nebi onların gücünü kesecek daha başka şeyler yapamıyor, onları bu kötülüklere iten düşüncelere karşı bir eylem yapıyor. ''Saygı duysaymış'' demeden önce hangi topluma karşı böyle bir eylem yaptığına da bakmak gerek. Kız çocuklarını öldüren bir topluluğa saygı duyar mısınız, hele ki onları bu pislik işlere kültürleri veya inançları yöneltiyorsa? Işid terör örgütü ayağınızın dibine mescit yapsa, oraya bu teröristler girip çıksa, saygı duyar mısınız? Işid terör örgütünün inançlarına saygı duymamız mümkün mü? Din ve vicdan özgürlüğü, diğer insanlara şiddet uygulandığı ve baskı kurulduğu bir noktada zaten yoktur. Baskı kuran, birilerine inanmıyor ve kendileri gibi yaşamıyor diye şiddet uygulayabilen insanlar, sevgi pıtırcığı tepkileri hak etmezler.

İbrahim Nebinin, Işid teröristleri zihniyetiyle putları yıkmadığı ortada. Eğer Işid zihniyeti ile hareket etseydi en büyük putu sağlam bırakmazdı, onu da kırardı. İbrahim Nebi, haddi aşan zalim bir toplumu düşündürmeye yönelik bir eylem yapıyor.

Zaten dinde zorlama yoktur, diyen bir din, diğer inançların var olma hakkını ortadan kaldırmıyor demektir:

Dinde zorlama yoktur. (Bakara Suresi, 256.ayet)

Müşriklerin taptıklarına küfür etmeyin, sövmeyin diye bildiriyor Rabbimiz. Böyle bir dinde müşriklerin putlarına bile küfür edemezken, onların inanç özgürlüğünü tanımamamız mümkün mü?

Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da taşkınlıkla Allah'a sövmesinler! Biz, her ümmete yaptıkları işi böyle süslü gösterdik; sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verecektir. (Enam Suresi, 108.ayet)

Nitekim Allah'ın ayetlerini alaya alanlara bile tavrımız şu olmalı:

Allah, kitapta size şöyle indirmiştir: Allah'ın ayetlerinin inkar edilip, onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber oturmayınız; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Şüphesiz Allah, münafıkları ve kafirleri cehennemde toplayacaktır. (Nisa Suresi, 140.ayet)

Bu ayetlerden sonra İbrahim Nebinin bu davranışını saygısızlık, diğer inançlara hak tanımama gibi algılamak doğru olmaz veya İbrahim Nebinin bu davranışından heykel kırmak sevaptır gibi bir anlam da çıkmaz. Ayrıca müşrikler de tapınmak için kendi yerlerini açabilirler, bir mümin o yerlerde ibadet de etmez, oraları yakmaz da. (Bkz: Tevbe Suresi, 108.ayette emir açıktır, yakın yıkın ibadet yerlerini demiyor, ne yapmamız gerektiği söylenmiş.)

 

 

 

 

 

 

 

 


31 Ağustos 2020 Pazartesi

Dini Açıdan Ölüm

Tarihte ölüm hakkında çok şey söylendi. Ölümün felsefesi yapıldı, gizemi konuşuldu. İnsanoğlu için çekiciliği olan ve merak duyulan bir konu.

İnsanlar bir gün öleceğini biliyor fakat bu durumu pek çoğumuz gerçekte idrak etmiş değiliz. ''Evet öleceğiz'' diyebiliyoruz fakat öleceğimizi aslında içten içe kabullenmiş değiliz.

Dini açıdan baktığımızda ölüm bir geçiştir. Aynı doğum gibi, aslında bir doğumdur ölüm. Yeni bir hayata doğuştur. Kötülerin cehenneme, iyilerin cennete gittiği yeni bir hayatın başlangıcının resmen ilan edilişidir. Bu açıdan baktığımızda iyiler için ölüm bir güzelliktir. Dünyevi sıkıntıların olduğu, can sıkıcı haberleri duyduğumuz, trajedileri yaşadığımız dünyadan kurtuluş vaktidir. Artık iyilerin kurtuluşu gelmiştir.

Ölümün sıkıntılardan kurtuluş aracı olduğuna cehennemlikler hakkındaki şu ayetlerde değinilmiştir:

Zincirlenmiş olarak onun dar bir yerinden atıldıkları zaman ölümü çağırırlar.

Bu gün bir ölüm değil, birçok ölüm çağırın.

De ki: "Bu mu daha iyi, yoksa takva sahiplerine vaad edilen cennet mi? Orası, onlar için bir ödül ve bir varış yeridir."

(Furkan Suresi, 13, 14, 15.ayetler)

Cehennemliklerin orada ebedi (sonsuz) kalacağı Nisa Suresi 169.ayette açıkça belirtiliyor:

Ancak Cehennem yolundan başka. Orada, sürekli kalıcıdırlar. Bu, Allah için çok kolaydır.

İlla tarika cehenneme halidine(kalacaklardır) fiha(orada) ebeda(sürekli). Ve kane zalike alallahi yesira.

Konu ile ilgili daha fazla ayetin paylaşıldığı bir yazı: http://allahvar.blogspot.com/2015/05/biraz-yanp-ckacak-myz-eninde-sonunda.html

Yani kısaca cehennemlikler ölmeyi o korkunç yaşama tercih edecek durumda olacaklar. Demek ki ölüm aslında pek de kötü bir şey değil. Sıkıntılara karşı insanın isteyebileceği bir şey fakat bir mümin kendini öldürmeye de kalkmamalı elbette. Kendini öldürmek gibi arzusu veya planı olanların iyi bir uzman desteği alması şart. David Burns-İyi Hissetmek gibi yardımcı kitaplar da okunabilir.

Ben yaşamayı seviyorum yani şu dünyada var olmaya düşman olmuş değilim fakat bu dünyayı elbette Ahiretteki cennetle kıyaslayınca burayı tercih etmem. Neden tercih edeyim ki? Bu akıllıca bir şey değil. Çünkü burada kötüler var, kötülük var, adaletsizlikler var. Burası bir bekleyiş yeri. Şimdi düşünün, yarın diyelim ki öldünüz ve kendinizi şehitler gibi daha tüm insanlık haşredilmeden cennette buldunuz. E harika değil mi? Düşünsenize her şey geride kaldı. Sıkıntılar, üzüntüler bitti. Mutluluk, tatmin, huzur dolu yeni hayatınızdasınız. Artık her şey dört dörtlük. Şahsen ben böyle bir durumda dünyada kalan eşi, dostu, kardeşi, anneyi filan da aramam : ) Çünkü biz insanlar böyle varlıklarız. Cennete adım attık mı artık ''dünyada çocuğum kaldı vah vah'' gibi bir telaşa kapılmayacağız. Bizim için yeni bir hayat başlamış olacak, yeni bir bilinç, başka bir olgunluk, olmuşluk.

Şehitler hakkında ayetlerde verilen bu bilgilerden de anlıyoruz ki şu anda cennet de cehennem de çoktan inşa edildi ve bazı kötüler anında cehenneme gitti bile Firavun gibi…Bazı iyiler de anında cennete gitti bile, şehitler gibi…(bkz: Mümin 46.ayet)

İyilerin yani müminlerin ölüme düşman olması beklenilemez. Ahiret hayatını dünya hayatından üstün tutan, önce Allah'ın rızası sonra gerçek hayatı için yaşayan birinin ölümü kötü-korkunç görmesi mümkün mü? Zaten esas amacı ve önceliği Ahiret olduğunun bilincinde olan birinden bahsediyoruz… Buranın gerçek hayatı, kalıcı diyarı olmadığını bilen birinden bahsediyoruz…

Müminlerin ölüm gerçeğine karşı duruşları da anlatılıyor aslında Bakara Suresi 156.ayette. Bu ayette ölüme karşı bir bilinç, farkındalık var. Çünkü ölüm, Allah'a dönüşümüz demek aslında. Ölümün müminler için bir kurtuluş olduğunu anlayabiliriz (bkz: Maide 35.ayet), Allah için çabalamanın sonunda/nihayet o gerçek hayata varışın olduğu (bkz: İnşikak 6.ayet) ve müminler için gerçek hayatın mutluluk, kurtuluş olduğu ayetlerde ifade ediliyor ve mümin bu kurtuluşa ererken ölüyor, ölüm burada bir vasıta. Eğer biz o mutluluğa varacaksak, buna vesile olan ölüm, mümin için kötü olabilir mi? Kaldı ki müminlerin cennete girmeden önce selamlanmaları, cennet ile müjdelenmeleri gibi şeyler bildiriliyor. Cehennemliklerinse melekler tarafından hoş karşılanmadıklarını okuyoruz ayetlerden.

Tur dağının üzerlerine kaldırıldığı İsrailoğullarına ölüm hakkında şunlar vahyediliyor, bence bu ayetler kafamızdaki ölüm algısı için bizlere başka pencereler açıyor:

Söyle onlara: "Şayet ahiret yurdu Allah katında diğer insanlara değil de sadece size ait ise ve bu iddianızda da doğru iseniz, haydi ölümü temenni ediniz."

Onlar, kendi elleriyle yaptıkları ameller sebebiyle (bunu/ölümü) temenni etmezler. Allah zalimleri iyi bilir.

(Bakara Suresi, 94 ve 95.ayetler)

Günümüzde ünlü cenazeleri kamera kaydına alınıyor, basın mensupları cenazeye katılan ünlü simalara duygularını soruyor. Genelde bu tarz durumları gözlemlerseniz çoğu insanda şöyle bir zihin sezersiniz, sanki haşa gerçek yerimiz burasıymış gibi… Sanki ölen kişi bizden ayrılmış, bizi bırakmış, esas yeri burasıymış, sanki biz onun yanına gitmeyecekmişiz de o bizim yanımıza geri gelmeliymiş gibi… Hayır, hepimiz toplanıp oraya gideceğiz, biz de oraya gideceğiz, hepimizin yeri orası. O kişi bizden önce gitmiş olabilir, biz de peşinden gideceğiz. Esas yerimiz hiçbir zaman burası olmamıştı zaten.

Bazen sevdiğimiz bir insanı kaybedince sanki bir gün çıkıp gelecekmiş gibi gelir, bu his alışkanlıktan da kaynaklanabilir, özlemden de, böyle bir hayal kurup rahatlamayı sağlamak da söz konusu ama belki de bazıları için bilinçaltında sanki esas yer burasıymış gibi bir kabulden kaynaklıdır.

Allah'ı ve hakikati umursamayan bazı insanların dünya hayatına tutkunlukları, ölümün varlığını hiç istememe gibi arzulara sebep olabiliyor.

Yahudiler hakkındaki şu ayetler de bence ölüm-dünya hayatı hakkında nasıl bir zihin oluşturmamız açısından önemli:

Onları, yaşamaya en düşkün insanlar olarak bulacaksın, putperestlerden bile fazla… Onlardan her biri bin sene yaşamak ister. Oysa, uzun yaşaması onu azaptan uzaklaştırmaz. ALLAH yaptıklarını görendir. (Bakara Suresi, 96.ayet)

Bu hayatı sevebiliriz, fakat ahiretimizden fazla değil… Allah rızası için yaşıyorsak, ölüm gerçeği ile sırf dünya için yaşayan birine göre daha fazla barışık olmalıyız.

Elbette sevdiğimiz birini kaybetmek geride kalan için çok üzücü bir durum. Neticede ölen kişi gitti, onun için çoktan başka bir sayfa açıldı ama sonuçta biz henüz dünyada kalıyoruz. Geride kalan için bu durumda ölüm = ayrılık olmuş oluyor, sevdiği kişinin ölümüne bu açıdan bir müminin üzülmesi çok çok doğal. Bazen sevdiğimiz bir insanı iki günlüğüne görmediğimizde bile özlüyoruz, ona kavuşmak, sarılmak istiyoruz. Sonuçta geride kalan için dünya hayatı devam etmiş oluyor ve kendisinin ne kadar süre daha yaşayacağı, bu özlemle ne kadar yaşayacağı, yahut o kişiye ahirette kavuşup kavuşmayacağı geride kalan için belirgin değil ve kafasını kurcalayacaktır muhtemelen. Fakat şöyle bir durum düşünün, siz geride kaldınız ama diyelim o çok sevdiğiniz kişi belki de çoktan cennet hayatına başladı : ) Giden kişi gayet rahat, gayet mutlu, keyfinde : ) Mesela şehitlerin kendilerinden sonra gelecek cennet sakinlerine müjde dileklerini görüyoruz. Elbette Allah isterse çok iyi bir insanı da savaşta öldürülmemiş olsa da direkt cennetine alabilir, şehitlere yaptığı gibi.

Ali İmran 169, 170, 171.ayetler:

Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma.

Bilakis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar.

Allah'ın kendi lütfundan kendilerine verdikleri şeylerle sevinirler.

Henüz kendilerine yetişmeyen arkalarındaki kimselere üzüntüye uğramayacaklarını ve bir korkunun olmadığını müjdelemek isterler.

Onlar Allah'ın nimet ve lütfu içinde, Allah'ın müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içinde olacaklardır.

Tüm bu açılardan baktığımızda müminler ''ölüm senden nefret ediyorum'' gibi bir algıya kapılıp, sanki ahiret değil de dünya hayatı öncelikli ve gerçekmiş gibi bir düşünceye sarmamalı. Ölüm mümin için nefret edilesi bir kavram olmamalı, bir vasıta olduğunu hepimiz bilmeliyiz hele ki ayetleri okuyorsak. Mümin insan zaten cenneti arzular, e haliyle ona kavuşmayı da arzular, en önemlisi Allah'ın rızasına kavuşmayı arzular, gerçek hayatının iyi olmasını arzular. Gerçek böyle iken ölümün yaratılmasına düşmanlık, ahiret gerçeğine düşmanlığa dönüşebiliyor bazen.

Ölüm de doğumumuz gibi, yemek yemek gibi yaratılan bir olgu bizim için. Önemli bir şey. İbret duymamız, üzerine düşünmemiz gereken bir şey.

Korkulması, telaş edilmesi gereken şey aslında ölüm değil, sonrası. Ölüm korkunç bir şey değildir ki iyiler için… Cennete gidecek birisi için ölüm onu cennete kavuşturan, Allah'ın rızasına kavuşturan bir basamak, mutlu, kutlu bir ilandır.

 


16 Temmuz 2019 Salı

ALLAH KİMDİR?

Allah: Bilinen ve Bilinmeyen, Görünen ve Görünmeyen Alemleri Yaratandır...

Bildiğimizi, bilmediğimizi, gördüğümüzü, görmediğimizi, göremediğimizi O yaratmıştır.

Gördüğümüz, görmediğimiz ve bildiğimiz, bilmediğimiz tüm tehlikelerden bizi koruyandır...

Gördüğümüz, görmediğimiz ve bildiğimiz, bilmediğimiz nice nimetleri üzerimize yağdırandır...

Her şeyin muhtaç olduğu, hiçbir şeye muhtaç olmayandır...

Okyanusun altlarını, hücreleri, vücudumuzun en ücra köşelerini...
Mikrodan makroya...
Makrodan mikroya...
Uzaya, galaksilere, gezegenlere ve yıldızlara...
Karadeliklere...

ve daha nice bilmediğimiz, gözle görmediğimiz, göremediğimiz, bilinen ve bilinmeyenin Yaratıcısı...Hayal edilebilenleri, dilerse gerçeğe dönüştürebilen...Fantastik kurgulardaki canlılara, yaratıklara, saraylara varana dek hem de...

Bir makine yaratmamızı nasip edip, tüm bu kudretini keşfetmemizi sağlayan da O'dur.

Boyun eğilesi tek kişidir. 

YARATICIMA MEKTUP

Kahvemi içerken, gözüm masamdaki bir deftere takıldı. Bu defteri unutmuşum bile, meğer içine bazı dini-felsefi çıkarımlarımı, bazı öğrendiğim şeyleri yazmışım.

Kendime ışık olsun diye de en ön sayfaya şu ayeti yazmışım, kendime ışık diye not düşmüşüm yanına:

''Allah sana bir zarar dokundurursa, onu kaldıracak olan başkası değil, O'dur. O sana bir hayır dilerse, O'nun lütfunu reddedecek yoktur. Kullarından dilediğini lütfuyla nasiplendirir. O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.'' (Yunus Suresi, 107.ayet)

2 Nisan 2017, Pazar günü, gece 03:23'te şunları yazmışım:

Ne olursa olsun SEN benimlesin...(Biliyorum...)
Ne kötü şey yaşarsam yaşayayım, başıma ne kadar kötülük gelirse gelsin, en kötüsü gelse de SEN benimlesin...Sana, başıma en kötüsünü vermemen için sığınıyorum, dua ediyorum. 

Kötülüklerin, sıkıntıların karşısında senden başka kaçabileceğim bir yer yok. 

Bu kötülükler, benim kendi kazandığım yüzünden, bendeki potansiyelden/benim benliğimden kaynaklı bir hikmete dayalı, biliyorum.

Şura Suresi 30.ayet
''Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle kazandıklarınızın sebebiyledir ve Allah, çoğunu da affediyor.''

Merhamet et. Beni affet. 

Ne yaparsak yapalım, sen bir şekilde bize bugüne dek merhamet ettin, elimizden tuttun. Kimsemiz yoktu. SEN'den başka.

Artık en kötü koşulda, en iyisi olmaya çalışıyorum.

Bize en iyi kullarından olmamız için şevk ver Rabbim. Beni sen yarattın. Beni, sana tam teslim kıl, her zaman.

Başıma sen ne dilersen benim için, iyi veya kötü senden başka kimse sa-va-maz. 

ve ben, senden başka sığınacak bir yer de bulamam...

Tevbe Suresi 118.ayet:
Geride bırakılan üç kişinin de tövbesini kabul etmiştir. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, benlikleri kendilerini sıkıştırmıştı. Allah'ın öfkesinden kurtulmak için yine Allah'a sığınmaktan başka bir çare olmadığını fark etmişlerdi. Sonra O, onlara tövbe nasip etti -ki- eski hallerine dönsünler. Hiç kuşkusuz Allah, tövbeleri çok kabul eden, rahmeti sınırsız olandır...

Tövbe (doğru yola, doğru davranışa yönelmek ve yapılan kötülükten vazgeçmek) ve istiğfar (günahları itiraf etme ve affını dileme), çok çok büyük nimetler ve Allah'ın büyük lütuflarıdır. Allah'ın büyük merhamet kapılarıdır. Tövbeye (doğru davranışa yönelen) kurtulur. İnşallah. 



26 Ocak 2019 Cumartesi

Korsan Prenses


Adalet, merhamet, sevgi, sağ duyu, akıl, vicdan, cesaret...Bunlar insanda görülebilir kavramlardır ve bu özellikler zenginde, fakirde, kadında, erkekte, çocukta, yakın akrabada, uzak akrabada, kariyer sahibi birinde, düşük maaşlı birinde, yani kısacası toplumsal kimliği çok farklı kişilerde görülebilir. Bazen insanlar böyle bakmıyor bunlara. Örneğin sanki adalet erkeğe özgü, merhamet kadına özgü bir kavram gibi davranılıyor...Cesaret çocukça, sevgi anneye has, sağ duyu babaya has gibi davranılıyor...Oysa insanlar neticede insandır ve kendilerini eğiterek veya eğitmeyerek olumlu-olumsuz yanlarını arttırabilir, azaltabilirler. 

Cinsiyet anlamında bakarsak, kadına aslında başarabileceği pek çok şeyi başarmak, toplum tarafından yakıştırılmamıştır. (Tabi erkeklere de erkeksin diyerek yakıştırılmayan pek çok olumlu şey vardır.)

Masallardaki kahramanlar çoğunlukla erkektir. Oysa insanlık tarihinde ve Türk milletinin geçmiş tarihinde de pek çok kadın kahraman mevcuttur. Hatta orduları yöneten, savaşan, mahkemelerde hakimlik yapan, devletin diplomatlığını yapan kadınlar olmuştur. (Tomris Hatun, Boarık Hatun gibi pek çok kadın, daha yakın tarihlere gelirsek Altuncan hatun vb.) İskitlerde, Sarkatlarda (Bu saydığım eski Türk toplumlarıdır) erkekler gibi savaş eğitimi alan, kılıç kullanan, at binen, avlanan kadınlar vardır ve kız çocukları da küçük yaşlardan itibaren bu yönlerde eğitilmiştir. Kurtuluş Savaşı zamanında da Türk kadını, fiziksel olarak da dayanıklılık gösterebileceğini kanıtlamıştı, cepheye mermi taşıyan kadınlar bizim ninelerimizdi. Milli mücadelede kadın askerlerimiz de oldu. Nezahat Onbaşı, Erzurumlu Kara Fatma, Halime Çavuş, Gördesli Makbule, Çete Emir Ayşe, Tayyar Rahmiye...Daha da yakın tarihimize gelirsek, anneannelerimiz babaannelerimiz, bugün pek çok 20'lik genç erkeğin zorlanacağı bahçe işlerini senelerce yapmıştır. Fiziksel güç erkeğe yakıştırılsa bile, çalışıldığında, eğitildiğinde, bu alanda da başarılar sergileyecek kadınlar olabilmektedir. Hem de istisna filan değillerdir. Çalışmakla bazı şeyleri başarmak mümkündür. Günümüzden örnek verirsek, f-16 pilotu Berna Şen Şenol'dan bahsedebiliriz. Berna Şen Şenol'dan bahsediyorum çünkü f-16 kullanmak, kas gücü-dayanıklılık-dikkat gibi şeyler gerektirmektedir. Merak eden varsa kendisinin şurada konuşması var: https://www.youtube.com/watch?v=s7W5y48u6EM Fiziksel olarak kendimin güçlü olduğunu düşünmüyorum. Belki sporcu bir geçmişim olsa veya bu saatten sonra fiziksel alanlarda buna yönelik çalışmalar göstersem gücüm artabilir, bilemiyorum ama gerek geçmiş tarihimizde, gerek bu günümüzde günlük hayatta da güçlü (ruhsal anlamda değil fiziksel anlamda güçlü) kadınlar olabilmiştir. Normal kilodaki 3 erkeğe karşı kendisini savunabileceğini söyleyen, Türk kick boksçu ve taekwondocu İrem Yaman gibi. 

Fiziksel güce girdim çünkü erkeğe en çok yakıştırdığım (yakıştırmaktan kastım, doğuştan daha şanslı ve yatkın bulduğum anlamında) bu alanda bile, istisna olmayacak sayıda kadınlar, çalışarak fiziksel anlamda güçlü olabilmekte. Günümüzde fiziksel güç sağlık için, öz güven için geliştirilebilir bir durum olsa da; toplumda güç artık para-bilgi sahibi olmak-kariyer gibi şeylerle elde ediliyor. Bunlar da erkeğe özgü şeyler değil. Bir kadın da günümüzde toplumda güç elde edebilir ve ezilmemesi için elde etmelidir de. Geçmiş toplumlarda da elbette zengin kadınlar, fakir erkeklerden daha nüfuz sahibiydi. 

Fiziksel güç hakkında konuşmayı bırakırsak -her neyse- adalet, sevgi, merhamet, vicdan, akıl, duyarlılık; bunlar kas gücü ile alakası olmayan, tamamen insan olmakla alakalı kavramlardır. İnsani yönler yani bu yönler eğitildikçe, kaslar gibi güçlenir. Adalet, merhamet, cesaret, fedakarlık; bunlar insana has şeylerdir. Hiçbir cinsiyete has değildir. Doğurganlık bir cinsiyete has olabilir, baba olmak bir cinsiyete has olabilir ama şahsiyetli, haysiyetli, ahlaklı olmak, cinsiyete has şeyler değildir. 

Demem o ki, artık kadınlara yapamaz, başaramaz demeyi; toplumun dışına itmeyi bir bırakın. Bırakın yapsınlar. Bırakın ezilmesinler. Ayetlere göre kavvam (koruyucu) erkek olmak da aslında kadınların psikolojik ve fiziksel olarak korunmasından yana olmakla olur. Toplumda sırf parasal sebepten boşanamayan bir sürü kadın varsa kavvam (koruyucu) olmak, kadınların parasal anlamda güçlü olabilmesinin önünü açmayı desteklemekle olur. (Ayetlere göre kocalar karılarına kavvamdır denmez, erkekler kadınlara kavvamdır denir. Toplumdaki tüm erkekler, kadınlara karşı kavvam yani koruyucu olmalıdır.)

Biraz uzun bir giriş oldu, bu kadar uzun giriş yazısı yazmayı beklemiyordum. Ben bu girişte anlattıklarımla uyumlu olarak bir kadının da, alttan alta aslında erkeğe yakıştırılan(!) ve toplumu olumlu anlamda değiştirebilecek şeyleri başarabileceği mesajının yer aldığı bir masal anlatmak istiyorum. 

Geçen aylarda bir Türkçe dersinde, öğretmenimiz tahtaya bazı anahtar kelimeler yazdı. Kral, adalar, korsan gibi birkaç kelime yazdı ve bu kelimeleri içeren bir masal yazmamızı istedi. Benim de aklıma bu anlattıklarımla ilgili bir kurgu geldi (şimdiden uyarayım, bu masalı çocuklara özellikle kız çocuklarına okumanız güzel olabilir ama 1-2 yeri sansürlemeniz/değiştirmeniz gerekebilir) ve ortaya 10 dakikada aşağıdaki masal çıktı. Tabi bu masal bittiğinde bana şu ayeti de hatırlattı:

İşi ehline verin. (Nisa, 58.ayet)

Bakın ayette erkeğe demiyor, ehline diyor. 

Unutulmamalı ki, bir toplum kadını yok sayarak, onu eve hapsederek, onu güçsüz ve imkansız bırakarak, onu üretime katmayarak asla güçlenemez. Böyle bir toplum ne kadar güçlü olduğu iddia edilirse edilsin hep bir eksik, hep en önemli basamağı dayanaksız kalacaktır. Savaşlarda dahi kadınların fiziksel gücüne ihtiyaç olmuştur. Milli Mücadele yıllarında olduğu gibi. Peygamberler zamanında olduğu gibi. Kadınların aklına, vicdanına, bazen fiziksel gücüne ama en önemlisi her zaman ekonomik gücüne ihtiyaç vardır. Toplum kadınıyla erkeğiyle bir bütündür ve kadınıyla erkeğiyle ilerleyebilir.


                                           KORSAN PRENSES 

Bir sürü adalardan oluşan, denizlerle çevrili uzak bir ülkede, zalim bir kral vardı. Uzun boylu, esmer bir adamdı. Pek güçlü sayılmazdı. Ülkesindeki insanları hiç düşünmez, sarayında zevk sefa içerisinde yaşardı. Öyle ki bazen suçlulara ceza bile verilmezdi. Ülkedeki ekinler-gıdalar bozulmuş, halk güçsüz düşmüş ve sefil bir şekilde yaşayanların sayısı hızla artmıştı. Kralın çok cesur, adil, akıllı ve merhametli bir kızı vardı. Kral ülkesini umursamıyordu, zalimdi ama prenses kızına da çok düşkündü. Prenses bal rengi gözleri, küçüklüğünden beri al yanakları, koyu saçları ile neşe saçıyordu. Kralın Prenses hakkında bilmediği büyük bir sır vardı. 

Ülkede son zamanlarda Krala karşı ayaklanmalar, isyanlar başlamıştı. Bu ayaklanmaları Kralın zalim askerleri bastırmaya çalışsa da baş edemedikleri bir korsan vardı. Korsanın kim olduğu, yaşı, ismi belli değildi. Bu korsan aslında diğer korsanlar gibi eşkıyalık yapmıyordu. Köle olarak ülkeye getirilen esirlerin olduğu gemilere saldırıyor, esirleri kurtarıyordu. Gemideki köle tacirlerini bazen öldürüyor, bazen sakat bırakıyordu. Hakkını aramaya çalışan masum halka saldıran Kralın gemilerine, karşılık olarak saldırıyordu. Daha sonra bir hayalet gibi ortadan kayboluyordu. Yahut ne zaman Kralın memurları bir balıkçıyı türlü haksız gerekçelerle cezalandırsa, ortaya çıkıyor ve o memurları bir şekilde etkisiz hâle getiriyordu. Kral aslında bu halk savaşçısını kötülemek için ona korsan adını takmıştı. Halk da ''Hayalet Korsan'', ''Cesur Korsan'' gibi isimler takmıştı ona. Kimi bu korsanın tek gözü kör bir bunak olduğunu, kimi çok güçlü bir genç delikanlı olduğunu söylüyordu. 

Bir gün Kral, adamları ile bu korsanı yakalamak için büyük bir hazırlık yaptı. Korsanı yakalayana koca bir sandık altın vereceğini söyledi. Bir akşam herkesin gözü önünde korsanın yakalanması için akıllıca bir plan yapıldı ve korsan yakalandı. Kral, korsanın yüzündeki maskeyi ibret olsun diye çıkarttığında herkes büyük bir şok yaşadı, çünkü cesur korsan, kralın kendi öz kızıydı! Halkın da dili tutulmuştu sanki. Herkes korkunç yaşlı bir adam veya güçlü genç bir erkek beklerken; korsan, prensesin ta kendisiydi! 

Kral kendi kızına kıyamadı. Onu hapse atmayı, öldürmeyi, aşağılamayı, kötülemeyi istemedi. Artık yaşlandığını bahane ederek birkaç gün sonra, ülkenin anahtarını kızına teslim ettiğini, davullarla şölenlerle duyurdu. 

Halk; bu adil ve merhametli Prenses'in yeni yöneticileri olmasına sevindi. Sadece, Kral zamanında haksız bir şekilde zenginleşenler bu durumdan hiç hoşlanmadı. Birkaç yıl sonra Korsan Prenses, ülkesini daha bereketli, adil, mutlu bir yere çevirmeyi başardı. 









9 Eylül 2018 Pazar

Kur'an'da, SADECE, Allah'a İnanırken Bir Yandan Şirk Koşanlardan BAHSEDİLMEZ! Ateistlere Deistlere de Cevaplar Vardır!!!


Daha demin Kur'an okurken, arada sırada dillendirilen, yanlış iddialardan biri aklıma geldi...Kur'an'ın ateistlerden veya deistlerden bahsetmediği, Allah'a inanan ama O'na ortak koşan kimselerden sadece bahsedildiği iddiası...Oysa gerçekte bu böyle değil. Kur'an'da sadece Allah'a inanıp O'na şirk koşanlardan bahsedilmez. 

Nisa 38.ayette ''Allah'a ve Ahiret gününe iman etmedikleri halde...'' diyerek hem Allah'ı inkar eden (haşa Allah'a inanmayan) hem de Ahiret gününe inanmayan kimselerden bahsedilir. Yani bugün ateist dediğimiz kişilerden.

Nisa 42.ayette, Peygamberi inkar eden ve Peygambere isyan eden kimselerden bahsedilir. Dikkat! Bu ayette hem Allah'ı hem Peygamberi inkar edenlerden bahsedilmez. Ayette Allah'ı inkar etmek diye bir kavram geçmez, sadece geçen kavram ''Peygamberi inkar edip isyan edenler'' Maalesef bu ayetin çevirisini, çevirmenler bu ufak noktayı atlayıp, ''Allah'ı inkar edenler'' diye ekleme yapabiliyorlar ama asıl arapça metinde böyle değil. Yani ayet, günümüzde deist dediğimiz kişileri de kapsamış oluyor. 

Merak edenlere ayetin arapçasını da yazayım buraya. Yevme izin yeveddullezine: Onlar izin günü temenni eder, keferu ve asavu er resule: küfre sapıp peygambere isyan ettiler, daha sonra yerle bir olmayı dilerler diyor... Bu arada, kafir kelimesini, inkarcı diye çevirmenin eksik olduğu kanaatindeyim. Kafir aslında, küfre sapan anlamında. Daha sonraları müslümanlar, bunu inkar edenler için kullandığından, kafir = Allah'ı inkar eden anlamında kullanılmaya başlanmış diye düşünmekteyim. En doğrusunu Allah bilir. Ayette ''Küfre sapıp, peygambere isyan ettiler'' de dense, ''Peygamberi inkar edip isyan ettiler'' de dense, gördüğünüz gibi, esas nokta Peygambere asi çıkmak/karşı çıkmak, yani dine karşı çıkmak...Allah'ı inkar etmek diye bir cümle öbeği geçmiyor. Kafir = inkar eden, anlamını alsak bile, Allah'ı inkar değil, Peygamberi inkar geçiyor...

Bu arada bu konuda ateistlerden-deistlerden bahsediliyor diye, başka ayetler örnek gösterilebilir, dediğim gibi, demin Kur'an okuyordum ve Nisa Suresi'ni çalıştığım için, demin okuduğum ayetleri paylaşıyorum burada.

Evet, zaten, çoğu müslümanın üzerinde hemfikir olduğu gibi, Allah'a inanıp gene de O'na ortak koşanlardan bahsediliyor. (Zümer, 38.ayet) 

Kitaptan yani Kur'an'dan nasip alıp, buna rağmen sapıklığa sapanlardan da bahsediliyor ki, bu tanıma oldukça farklı kesimi sokabiliriz. Tevrat ve İncil'den nasip alan ama sapkınlığa düşenlerden, dini sadece Allah'a ve O'nun Kur'an'ına özgülemek yerine, uydurma rivayetlerin peşine düşenlerden yani Ehlisünnet diyebileceğimiz kesim; Mezhepleşenleri, Tarikatlara ayrılanları da bu tanıma sokabiliriz... (Allah gruplara ayrılmayı yasaklar. Bkz: Enam, 159.ayet) Hangi ayet, bu saydığımız kesimlere işaret eder, ayeti paylaşalım:

Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanları görmüyor musun? Onlar, sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de sapıklığa düşmenizi istiyorlar. (Nisa, 44.ayet)

Bu ayetin hedefine, sadece yukarıda saydıklarım girmez...Bitmedi...Hani kitabının önüne ardına, ayetler yazan, başlığına Allah yazan, programlarda Allah aşkı filan diye toz pembe konuşan ablalar var ya...Arada ürüyorlar...Kitabı bir açıp bakıyorsun büyü yapmaca, fal okları yapmaca...Yahut haşa melekleri Allah'a ortak koşmaya kalkanlar da(!) aynı taktikle, Kur'an'dan ayet okuyorlar, bir yandan da insanlara sapkınlığı aşılıyorlar. Melekleri Allah'a ortak koşma konusunu (haşa), şu yazıdan okuyabilirsiniz, merak edenler: http://evrendepinar.blogspot.com/2016/11/melek-kartlar-melek-terapisi.html Kısaca Spiritüalist diyoruz bu saydığım ablalara. (Erkek de olabiliyor bunu yapanlar.) 

Bitmedi, Nisa 44.ayet, tam olarak içimizdekilere de işaret ediyor. İçimizdekilerden kastım nedir? Yıllardır bir sürü insana denk geliyorum, dini sadece Allah'a özgülemeye çalışan ve hadis adı altında aslında Peygamberin söylemediği sözleri (yani son Resullullaha'a iftiraları) reddenlere...Her kafadan bir ses çıkıyor bu doğru, bunun sebebinin kıskançlık olduğunu bildiriyor Rabbimiz.(Bkz: Bakara, 213.ayet) Bazı konular için, tamam, ilim eksikliği dersin, yanlış anlamış dersin, ilmi şuan eksik belki Allah arttıracak dersin...Bazen o yanlış söyledikleri şeyler, İslam'da böyledir dedikleri o yanlış iddialar, ne kadar tehlikeli olsa da, hemen kimseyi sapık diye niteleyemeyiz, çünkü gerçekten, ilim eksikliği dolayısıyla yanlış sanılar olabilir bir insanda ve bu o kişiyi hemen Nisa 44.ayetteki gibi sapık yapmaz. (İlim artışından bahseden ayet için Bkz: Taha, 114.ayet, ayette aynı zamanda her şeyi bileceğim/biliyorum diye acele etmeme, sakince yavaş yavaş Kur'an ilmi artışını sağlama mesajı vardır...) 

Tamam, böyle kardeşlerimi tenzih ederim!!! Ama şöyle diyene rastladım: ''Ben agnostik müslümanım.'' Baya baya, bana bir bey böyle diretti, iddia olarak da ''Kur'an'da Allah'a kesin olarak inanmaktan bahsetmiyor. Ben namaz kılıyorum. Yasakladıklarını yapmıyorum'', nasıl Allah'a inanmaktan bahsetmiyor? Allah'a iman etmek, zaten Allah'a inanmak demek...Yahut, şöyle tiplere rastladım, ''Kur'an'da cennet cehennem geçmiyor ki...'' Merak ediyorum, daha nasıl cennet cehennem geçecekti acaba? Öldükten sonra gidilen yerlerden bahsediliyor, hem de baya baya MADDİ FİZİKİ özelliklerinden bahsediliyor. Oradaki kadehlerden bile bahsediliyor. Daha ne deseydi acaba? Alev şeklinde bir top mu yoksa top şeklinde bir alev mi, hala bunu tartışanlar var, hayret ediyorum gerçekten :) 1 değil, 2 değil, 10 türlü 100 türlü ayetlere bambaşka konuşanlar var. Bunlar da ayrı tövbe estağfurullah, evlere şenlikler(!) Bir de bazı konular var ki, ufak tefek denebilir (abdest hakkında ufak tefek farklı çıkarım), ama 100 kere emredilen bir ibadeti (secdeyi-salatı(namazı)) inkar ediyor adam ve yatıp kalkıp bundan bahsediyor. Bravo, müthiş bir iş yaptın. Haşa, namaz yok desem bile, ne geçecekse elime, yatıp kalkıp yok demekle? İnsanlar Allah'ı anıyor sonuçta, nedir bu ille de ''AAANMAASINLAR'' kıskançlığı? 

Dediğim gibi, abdest hakkında, 2 kişi, Kur'an'dan farklı çıkarım yaptı diye de, kimse dine şüpheli gözle bakmaya kalkmasın. İlim artışından da bahsetmiş ayetler, dikkat kıskançlıktan anlaşmazlığa düşebilirsiniz de demiş. Ortada Kur'an hakkında fikri ayrılık varsa, anlaşmazlık yaşayanlar içinde ya ilmi eksik olan var demektir, yahut içinde hastalık bulunan var demektir. Bu durum, ne Kur'an'a gölge düşürür, ne güzelim dinimize...

Kur'an evreni haşa Tanrının bir parçası sayanlara veya haşa Evreni, Tanrı sayanlara da işaret ediyor. Yani Panteistlere...

Kullarından bazısını, O'nun parçası saydılar. (Zuhruf, 15.ayet) İnsan apaçık nankördür... 


(Evren de, Allah'ın yarattıklarından(kullarındandır) yani kuldur, Evrenin içindeki atomlar da Allah'ın kullarındandır...) 

Kur'an'da Allah ile aldatan hocalardan da bahsedilir. Bu hocalar, dillerini eğip büküp, söylediklerinin Kur'an'dan olduğu sanılsın istiyorlarmış. Ali İmran 78.ayette bahsediliyor bu kişilerden de.

Tevbe 31.ayette, din adamlarını Rab edinenlerden (haşa Allah yerine koyanlardan, dolayısıyla şirk koşanlardan) bahsedilir. 

Kur'an'da, müslümanların da hemfikir olduğu gibi, münafıklardan da bahsedilir. Yani aslında Allah'a ve Ahirete inanmamasına rağmen, inanıyorum diyenlerden...Allah korusun böyle ikiyüzlü vasıfsızlardan bizi. (Bkz: Bakara 8.ayet) Hatta bu münafıklar, sırf gösteriş olsun diye zekat bile veriyor olabilirler (Nisa, 38.ayete bakınız) yahut sırf gösteriş olsun diye namaz bile kılıyor olabilirler. (Bkz: Maun Suresi)

Yani anlayacağınız, Kur'an'da

-ateistlere
-deistlere
-spiritüalistlere
-panteistlere
-mezheplere

cevaplar vardır. 

Agnostiklere de cevaplar vardır tabi, agnostik zaten Allah'ın (haşa) varlığından şüphe eden-inanmak ve inanmamak arasında tercih yapmayan, demek, Allah, Kur'an'da ise bizleri, kendisine iman etmeye (inanmaya) çağırır. Varlığının gerçek olduğunu bilelim diye deliller sunar Kur'an'ında ve zaten ''Allahın kudretinin her şeyi kuşattığını bilesiniz diye ...şunları yarattık'' gibi ifadeler geçer. Yani Kur'an'da haşa şüphe içerikli bir iman yoktur, gerekçelendirilmiş(delillendirilmiş) tam bir iman vardır. 

Kur'an'da, ''aslında tüm bu gördüğünüz dünya-madde filan yok, hepsi bir illüzyon, bunları biz kafamızda uyduruyoruz'' gibi şeyler diyenlere bile cevaplar var, ne de olsa Kur'an üstün bir Yaratıcı ve her şeyi bilenin gönderdiği bir kitap:

Allah, gökleri ve yeri hak olarak (gerçek olarak) yarattı. 
(Ankebut 44 ve Nahl 3.ayetler) 

Allah haliyle Allah olduğundan, nokta atışı ile, öyle çeşit çeşit insanlardan bahsetmiş ki. Hiçbir ilim olmadan Allah adına tartışanlardan, Allah'ı tek başına anmaktan hoşlanmayanlardan, sadece dünyası için Allah'a dua edenlerden...Dahası için Bkz: Kur'an.

Bu arada, yazıyı yazdıktan sonra, bir kardeşimiz hatırlattı evet kafir, gerçeğin üzerini örten de demek aynı zamanda ve bahsettiğimiz ateistler, deistler, spiritüalistler, panteistler, gerçeğin üzerini örtmüş oluyor, illa diğer insanlar görmesin anlamında açık açık sapkın beyanlarda bulunması gerekmiyor, kişinin kendisinin kendi gözünde gerçeği örtmesiyle zaten bu saydığımız yanlış felsefi kabullere sapıyorlar. Bu anlamda da iman edenlerin, karşısında yer alıyor bu gruplar. Aynı şekilde, Kur'an'dan sansınlar diye dillerini eğip büken hocalar gerçeği örtüyor ve din adamlarını Rab edinenler de, kendi gözlerinde gerçeğin üzerini örtmüş oluyorlar. 

Birilerinin dediği gibi, sadece Allah'a inanan ve O'na ortak koşanları hedef almaz Kur'an. (Bunu kimin dediğini de yazayım bari, İhsan Eliaçık beyfendi diyor. Kendisi namaz kılma, iyilik et kurtulursun da demişti. Haşa Allah'tan sözleşme mi aldı acaba merak ediyorum? Cinleri aslında insan da yapmıştı, (Halbuki ateşten yaratılan ayrı varlıklar olduğundan bahsediliyor...), Konuşan dişi karıncayı (ne alakaysa) insan topluluğundan bir lider de yapmıştı (ayette benzetme yapılmışmış...Tabi tabi...)Velhasıl, İhsan Eliaçık beyfendi, ateistle evlenmeyi de helal kılmıştı 2 sene kadar önce...Büyük ihtimal ateist ile müşrik olmayı farklı kavramlar olarak görüyor olsa gerek.

Oysa 

Ateist de, Panteist de, müşriktir...Panteist açıkça evreni (veya atomları) Allah'a ortak koşar. Ateist ise zamanı, tesadüfü, atomları...

Spiritüalistler aslında reenkarnasyon ve tekamül gibi zırvalıklarla, Ahireti de inkar ederler ve aslında evreni (atomları) Allah'a ortak koşma vardır reenkarnasyon inancı altında, onlar da bu yüzden, dini reddeder, çünkü Ahirete iman, İslam olmanın temel taşlarındandır (ayet paylaşmaları bir şeyi değiştirmez) Yahut bu yazıda verdiğim gibi, melekleri Allah'a ortak koşan Spiritüalistler de var. 

Deistler de aynı şekilde, dini inkar ederler. Agnostikler de dini kabul etmedikleri için, iman etmemişlerdir.  Bakara 221.ayette müşrik kimseleri nikahlamayın dendiği gibi, iman edinceye kadar nikahlamamaktan da bahsediliyor. (Allah'a ve Ahirete iman etmekten bahsedilir, iman etmek diye...)

Müşrik olmak, Allah'a inanıp O'ndan sonra ortak koşma değildir. Adı üstünde Allah'a şirk koşmadır, yani O'na birini ortak kılmak veya birini/bir şeyi O'nun yerine koymak (denk tutmak) demektir, ister Allah'ı kabul etsin, haşa ister etmesin...Allah'ı kabul etmeden de bir şeye haşa sırf Allah'a özgü özellikler atfediyorsa, bu da bir şeyleri O'na ortak kılma/denk kılmadır. 

Örnek, Enam 1.ayette 

Yeryüzünü, gökleri, karanlığı ve ışığı Allah'ın yarattığı söylendikten sonra, kafir olanların, Allah'a eşler/denkler/ortaklar tuttuğu söylenilir. Allah'a Ortak tutma/ denk tutma = şirktir. Ateistlerin ise tam olarak yaptığı budur. O da Allah yerine başka şeyleri YARATICI/EVRENİ YÖNETİCİ tutar. Enam 1.ayette Allah'a inanıp öyle ortak koşmadan bahsedilmez yani...

Sevgi ile...